9 Mart 2015 Pazartesi

AMSTERDAM'DA YEME İÇME REHBERİ

Hollandalıların balık çeşitlerine oldukça düşkün oldukları dünya çapında bilinir. Bir insan boyu büyüklüğünde olan heilbot balığı, kabeljauw (morina balığı) ve schelvis balık çeşitleri Hollanda’nın kuzey kıyılarından tutuluyor. Bu balıkların ızgara, tütsü, fileto, ıspanaklı, domates soslu, sebzeli, tatlı-ekşi soslu gibi pek çok farklı tarif ile servis edildiğini göreceksiniz.

Ringa balığı ise Hollanda’nın hamsisi gibi. Kuzey denizinde oldukça bol ve Hollandalılar tarafından severek tüketiliyor. 


                                        



Marketlerde küçük küçük doğranmış soğanla birlikte paketlenmiş olarak, ya da hardal sosuyla pişirilmiş şekilde cam kavanozda bulabilirsiniz. Çiğ olarak soğana batırılarak bir lokmada yenilen ringa balığı en çok tüketilen balık çeşidi.






Restoran  olarak Lucius’u gönül rahatlığıyla önerebilirim.  Yerli halkın gittiği turistik olmayan bir balıkçı. 




Balık çeşitleri ve kabuklular şahane, fiyatlar uygun.  Deniz kabuklarıyla dolu tepsisi benim gibi deniz mahsulu delisi birini kendini kaybettirecek zenginlikte. 




Café de Jaren çok hoş bir mekân mesela... 

Alışveriş yaparken keyifli bir mola için Espirit Café size iyi gelebilir.
Amsterdam'ın en gözde lokantalarından sayılan "Balthazar's Keuken" özgün ve sıcak atmosferinin yanı sıra, uygun fiyatlarıyla da öne çıkıyor. Üç ana yemeğin fiyatı 24.50 Euro. Bir şişe şarap için ödeyeceğiniz fiyat ise 15 Euro civarında.


Manzano  harika bir tapas bar. Barcelona’dakilerden çok daha iyi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Soğuk ve sıcak olarak baş döndürücü birçok çeşit ve güzel şaraplar eşliğinde kendinize ziyafet çekebilirsiniz.
Fıstığın bol olduğu ülkede bütün çocuklar kahvaltıda fıstık ezmesi yiyerek büyürmüş. Mutfakların baş tacı tabii ki çeşit çeşit balık ve peynirler. Hollanda’nın en ünlü peynirleri olan ve isimlerini üretildikleri kasabaların adlarından alan çeşit çeşit Edam ve Gouda peynirlerinin tadına mutlaka bakın ve bol bol alışveriş yapın.

Şehri dolaşırken ayaküstü atıştırabileceğiniz Hollanda lezzetlerinden biri türlü türlü malzemelerden yapılan, malzemelerin içlerinden taştığı sandviçler. Hollanda peynirli, jambon, kıvırcık ve domatesli sandviçler broodjeslerin en yaygınları arasındadır. Frites (patates kızartması), oldukça lezzetli.
Rijtsttafeller, Hollandalılar’ın bir Endonezya yemeğinden esinlenerek kendileri icat ettiği bir tür pilav. Çeşit çeşit pilav yemekleri arasından seçim yapmakta fazlasıyla zorlanabilirsiniz. Belki de hepsinden azar azar denemek en iyisi olacaktır. Acıya alışkın olmayanlar pilavları denerken bir daha düşünmeli.

Pita ekmeğinin (pideye benzer) içine çeşitli malzemelerin doldurulması ile yapılan falafeller de oldukça lezzetli.  Vejetaryeseniz, Maoz zincir restoranlarında sunulan çeşitli falafelleri deneyebilirsiniz.

Amsterdam’da mutlaka denemeniz gereken bir tat, Fransız stilinden daha kalın olarak yapılan (pannekoeken ) kreplerdir. Kreplerinizi ister çikolata ve çeşitli meyveler ile isterseniz de çeşitli Hollanda peynirleri ile deneyebilirsiniz.




Bitterballen kıyılmış ya da doğranmış dana eti, et suyu, un, tereyağı, maydanoz, tuz ve karabiber ile hazırlanan kızartılmış köfte.  Hardal sosu ve salata ile birlikte servis ediyor. Biranın yanında harika gidiyor.  Krokett(en) köfteler ise bitterballen ile içerik olarak aynı olmakla beraber daha büyük ve parmak şeklinde hazırlanıyor.

Kışın buralardaysanız, erwtensoep’eyi (sosis parçacıklı bezelye çorbası) deneyebilirsiniz. Hutspotlar ise patates, havuç ve soğanın püre hâlinde hazırlanarak et ile servis edildiği geleneksel bir Hollanda yemeği. Lahana ile yapılan stamppotlar da hutspotlara benzer ve genellikle tütsülenmiş sucuk ya da domuz eti ile yapılıyor.

Amsterdam’ı Kasım ve Aralık aylarında ziyaret edecekler ise; un, yağ, süt, yumurta, maya, biraz tuz, kabartma tozu ile hazırlanan hamura kuru üzüm, elma, çeşni ya da narenciye  parçacıklarının da eklenmesiyle yağda kızartılarak hazırlanan oliebol(len) tatlılarını deneyebilir. Oliebol tatlısı genellikle üzerine pudra şekeri serpiştirilerek servis edilir.

Heineken biralarını dünyanın dört bir yanında denemiş olabilirsiniz fakat önemli olan Hollanda’dakilerin tadına bakmak. Hollanda biraları dünyaca ünlü ve Amsterdam’da pek çok bira tadım evi (proeflokaal) bulunuyor. Buralar genellikle sakin ve sohbet etmeye elverişli mekânlar.

Biranın yanı sıra Hollanda cini (likörü) olarak bilinen jenever de geleneksel bir Hollanda içkisidir. Jonge (yeni) ve Oude (eski) olarak iki çeşidi vardır. Bunun içkinin yaşı ile bir ilgisi yoktur; ikisini farklı kılan şey, içkilerin damıtılma yöntemleridir. Jonge keskin bir içki iken oude, biraz daha yumuşak ve içimi kolaydır. Alkol oranı oldukça yüksek olan jenever aynı zamanda meyve aromalı olarak da tüketilebilir.



Bruin cafés kahverengi barlar ise her türlü içecek çeşidini bulabileceğiniz misafirperver mekânlardır. Bu barların duvarları ve dekorasyonu kahverengi ağırlıklıdır ve duvarlarda yıllar boyunca barda tüketilen nikotinin izleri görülür. Oturduğunuz süre boyunca sizi bir şeyler içmeye zorlamayacak, sizi rahatsız etmeyecek bir yer arıyorsanız kahverengi barları deneyebilirsiniz.

Kahve ve kakao da Amsterdam’da önemli bir yer tutar. Gittiğiniz kafe ve barlarda kahve bulmamanız neredeyse imkânsızdır. Sıcak çikolatalar ve kahveler, yanlarında kurabiyeler ile ikram edilir. Sıcak çikolatanızı dilerseniz krema ile veya pofuduk şeker (marsmallow) ile alabilirsiniz.

Amsterdam'ın içki konusundaki notu daha iyi. Heineken birasının memleketi burası zaten. Hatta müzesi bile var. Diğer yerel biraları tatmak istiyorsanız garsonunuzdan çeşitleri anlatmasını isteyin. Ben farklı çeşitlerini denedim, birçoğu güzeldi ama arada bir-iki tane lezzetsiz olan da vardı.

AMSTERDAM'DA YAŞANANLAR ORADA KALIR


Amsterdam  adrenalini yüksek, içinde her türlü çılgınlığı barındıran  kanalları, masalsı evleri ve sunduğu eğlence alternatifleriyle sürprizli bir şehir.


Amsterdam sokaklarında dolaşırken kendimi çok rahat hissettiğim şehirlerden. Özgürlükler diyarı olması bu şehri algımda taçlandırırken masalsı kanalları, dokusuna platomsu atmosfer  katan mimarisi, ilginç sosyal yaşamıyla her zaman gidilesi bir yer benim için.






Amsterdam’a birçok defa giderek, farklı evlerde kalıp günlük yaşamın içine girme şansım oldu. Kahve rengi tuğlalı, üçgen çatılı oyuncak görünümlü evlerde kaldım, bahçelerini suladım, kahvaltılar ettim, balık yemekleri yedim, partilere hatta düğüne bile katıldım.  





Hollanda`lılar genelde çok toleranslı ve açık sözlüler. Eğitim, sosyal yaşam ve sağlık sisteminde sorunlarının olmaması  pozitif enerjili olmalarında doğrudan etkili bence.




Önyargılı oldukları dikkatimi çeken konu ise  ‘Marokan’ dedikleri Fas’lılar. Kriminal olayların artmasının sebebinin Faslılar olması pek hoşlarına gitmiyor. Sadece Hollandalılar’ın değil, burada yaşayan yabancı memleket vatandaşları da aynı hissiyattalar. Yaşlı nüfusun çoğunlukta olduğu Hollanda’da ekonomi  iyi seviyede. Tarım, hayvancılık, denizcilik, altın ve elmas rezervleri sayesinde Avrupa’nın ekonomisinde güçlü rol sahibi.  Hollandaca dilbilgisi ve  cümle kuruluş biçimi olarak Almanca ile hemen hemen aynı. Almanca bilen bir insan için, öğrenmek daha kolay oluyormuş. Çoğu kelimeler birbirine benziyormuş. Sadece g harfini Hollandaca konuşurken gırtlaktan söylemek gerekiyormuş.


12. yüzyılda Amstel Nehri kıyısında bir balıkçı kasabası olarak kurulan, daha sonra zamanla Avrupa’nın en önemli liman kenti olan bu şehre adım atar atmaz soluğu Çiçek Pazarı’ında (Bloemenmarkt) alıyorum. Bir yandan alışveriş yaparken, bir yandan da fotoğraf çekiyorum. Envai renkte çiçekler, bonzai’ler, adını ilk kez duyduğum bitkiler, minyatür meyve ağaçları beni kendimden geçiriyor. Buradan aldığım küçücük saksılarda küçük çilek bahçesi yetiştirmişliğim vardır. Hatta minnacık bir kapsülden büyüttüğüm ve şimdi Alaçatı’daki evimin bahçesinde seyrine doyamadığım ayçiçeğim bu pazarın mahsuludür.



Avrupa’nın en büyük çiçek ihracatçılarından biri olan Hollanda’da sabah kesilen çiçekler, öğleden sonra kıtanın büyük şehirlerinde satışa sunuluyor. Osmanlı’dan hediye olarak gelen lale ise sadece vitrinleri değil şehrin akciğeri olan geniş parkları da mayıs ayından itibaren renklendiriyor. Yaz-kış ve bahar aylarında burada bulunduğum için her mevsimin sunduğu tadın ayrı olduğunu ve mevsim ayırt etmeksizin yaşanması  gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. İlgilenenler için, kraliçenin doğum günü olan ve büyük eğlencelerin olduğu 30 Mart tarihi de ilginç olabilir.




Çiçek Pazarı’nın hemen yanında şehrin gece hayatının hareketli noktalarından biri olan ve adını ünlü ressam Rembrandt’dan alan meydan bulunuyor.
Derli toplu bir rota çizmek gerekirse, şehri keşfetmenin çok kolay olduğunu belirtmeliyim. Önce Ana Tren İstasyonu’nu (Centraal Station) arkanıza alın. Ardından çok sayıda büyük mağazanın yer aldığı, aynı zamanda kanal turu yapan teknelerin kalktığı iskelelerin olduğu Damrak’tan geçip biraz yürüdükten sonra Kraliyet Sarayı ve güvercinleriyle ünlü Dam Meydanı’na ulaşıyorsunuz.
Amsterdam’da Rembrandt, Van Gogh gibi dünyaca meşhur ressamların birbirinden çarpıcı eserlerini çıplak gözle görme fırsatı yakalıyorsunuz. Özellikle Rembrand’ın en önemli eseri kabul edilen, ışık kullanımı harikulade devasa ”Nightwatch - Gece Bekçisi” tablosu inanılmaz etkileyici. 



Ayrıca Rembrandtplein’da bu tabloda tasvir edilmiş karakterlerin heykellerinin dizildiği küçük bir meydan var ki onu da görmelisiniz.  Müze olarak oldukça geniş bir koleksiyona sahip olan Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi, Rembrandt Evi, Anne Frank Evi’i de es geçilmemeli. Ayrıca Bira Fabrikası ve Müzesi ile Seks Müzesi de turistlerce yoğunlukla ziyaret edilen müzelerden. Hollanda Ulusal Müzesi ve Modern Sanatlar Müzesi de yine bu bölgede yer alıyor.
Sayıları fazlaca olan sanatsal ve tarihi eserlerin sergilendiği müzelerin yanında Nemo Bilim Müzesi, İşkence Müzesi, ünlü kişilerin balmumu heykellerinin olduğu Madam Tussaud  gibi girişi 3 Euro’dan 20 Euro arasında değişen birçok başka alternatif de bulunuyor.

Her şey serbest ve özgür!
Şehri dolaşırken Erotik Müze ve Haşhaş Müzesi tabelaları dikkatinizi çekecek, şaşırmayın. Bol miktardaki ‘Sex Shop’lar cinsellik konusunda sınırların ne kadar zorlanabileceğini, fantezilerin uçsuz bucaksız dünyasını gözlerinizin önüne serecek. Bu arada şehirde 350 civarında ‘Coffee Shop’ bulunuyor. Girişlerinde Bob Marley resimlerinin olduğu bu kafelerde size mönü getiriyorlar ve istediğiniz tür sigarayı seçebiliyorsunuz. İçki servisinin olmadığı bu mekanlarda haşhaşlı kek alternatif olarak sunuluyor. Özgürlüğün nimetlerinden istifade etmek için bu kafelere koşan turistler kekleri birer birer midelerine indirirken neler yaşayacaklarını da merak ediyorlar. Kekler etkisini göstermeye başladıkça, faklılıklar da hissediliyor…
Dünyanın dört bir yanında yasak olan şeyler, Amsterdam’da günlük hayatın bir parçası halini almış durumda. Yani bir başka deyişle, her şey serbest ve yasal.








Diğer bir ‘geniş’ özgürlük alanına Red Light District’te rastlayabilirsiniz. Her liman şehrinde olduğu gibi, Amsterdam'da  bir arz-talep dengesi yüzyıllar öncesinde kurulmuş. Şehre ticaret için gelen gemilerden inen gemicilerin cinsel ihtiyaçları için ilk durakları bu bölge olurmuş. İşte bu sistem halen sürüyor. Red Light District’de seks serbest. Birbirinden güzel kızlar, kapılarında kırmızı ışıklar yanan camlı, küçük dükkanlarda  kendilerini sergiliyor ve talebe karşılık veriyor. Bu bölge ve yapılan faaliyetler de aynı ‘coffee shop’larda olduğu gibi yerel idare kontrolünde ve tamamen yasal.
Red Light District’te meydan tarafından girip arka tarafına doğru yürüdüğünüzde geniş bir caddeye çıkıyorsunuz. Burada da birçok kırmızı ışıklı odalar, peep show’lar  ve ‘tiyatro’ diye geçen seks show’lar var.

Dünyanın ‘Gay Başkenti’ unvanına da sahip şehirde, aynı cinsten kişilerin evliliği çok uzun yıllar önce kanuni olarak resmileştrilmiş. Gay müşterilere hitap eden yüzlerce otel, restoran, bar, kulüp, sauna ve dükkan, şehrin dört bir yanına dağılmış. Bu işletmeleri diğerlerinden ayıran en büyük özellik ise girişlerinde bulunan Gökkuşağı Bayrağı. Bu bayrağı gördüğünüzde nasıl bir eşikte durduğunuzu daha iyi idrak ediyorsunuz. Girmek ya da girmemek ise tamamen cinsel tercihle ilintili...





Katıldığım bir nikahın atmosferi bugüne kadar katıldıklarımdan hayli farklıydı. Amsterdam’ın içinde, eskiden kraliyet ailelerinin atlarının barındığı ahır, şimdilerde nikah salonu olarak kullanılıyor. Hem de o yıkık, dökük orijinal haliyle… Nikah kıyıldıktan sonra da ahırın bahçesinde yapılan kokteyl -ki kokteyller genelde sıkıcı olur- hiç bitsin istememiştim.





Gece hayatı

Amsterdam’da gece hayatı, şehrin ve insanların özgür ve sınırsız tarzına uygun bir eksende hayat buluyor. Farklı tarzlarda öneri olarak Escape, Sinners, Mazzo, Arena, Amstel, Exit ve Only Gays’i sıralayabilirim.


Escape, 1987’den beri Hollanda’nın gece hayatını süsleyen bir mekan. Işıklandırma, dekorasyon ve multi medya, görsel ve ışık efektli gösterileri ile gençlere hitab eden eşi bulunmaz bir klüp. Dj’lerin haftalık programlarla house ve tekno müzikleri ile insanları coşturan en büyük ve popüler mekanlardan biri. 2000 kişi üzeri kapasiteye sahip.
Sinners, Rembrandtplein’ın yanında 3 katlı, şık bir yer. Müzik tarzı R&B. Mekanda 3 değişik atmosfer yaratılmış, Moulin Rouge, mistik ve disko. Mekan çok büyük değil fakat bir sürü ayna ve farklı dekorasyonu ile kusursuz bir iç dizayna sahip. Hafta sonu boyunca DJ’ler ile mükemmel bir eğlence sunuyor.

Mazzo şehrin en eski gece klübü, avant-garde video gösterileri ile en gözde mekanlardan. Ufak ve sıcak atmosferli klüpte, house müzik, latin ritimleri, elektro gibi farklı farklı müzikler dinleyebilirsiniz. Mekan muazzam bir müzik sistemine sahip. Giriş 10 Euro.
Arena’nın mutlu kalabalığı, rock, house ve tekno, şen öğrenciler ve otel misafirleri bu gece klubünde. Klüp 100 yaşını geçmiş eski bir kilisenin içinde yer alıyor. Orijinal hali büyük ölçüde korunmuş. Hafta sonları, lokal ve yabancı Dj’ler eşliğinde güzel bir gece için ideal bir mekan.

Ufak sıcak bir atmosfere sahip. Değişik DJ ve müzik tarzları, think speedgarage, 2-step, R&B-klasikleri vs. Kapıda giriş rahat, belirli bir kıyafet zorunluluğu yok.
Amstel istasyonunun yanında 5000’nin üzerinde kapasitesi ile Amsterdam’ın mega klübü. Geniş ve ferah iç dizaynı ile organic şekillerde düzenlenmiş oval barlar, yuvarlak duvarlar, ve kocaman bir dans pisti. Rahat kanepe ve koltuklarla donatılmış bir balkon. İkinci kat ise rahatlama yeri. Bir ‘lounge’ mekanı.

Exit üç katlı, geniş dans pistleri ile modern bir gay gece klübü. Muazzam, insanları tamamiyle farklı bir dünyaya taşıyan ışık efektleri ile en son dinlenilen müzikleri bir araya getiren eşsiz bir mekan. Pazartesi saat 23.00’dan Pazar saat 4.00’a kadar  açık, giriş ücretsiz.
Eylül 2006’da  açılan XtraCold barda, buz bar bölümün girişinde size kalın bir kış montu ile termal eldivenler veriyorlar. Çünkü içerideki derece sıfırın altında yediyi gösteriyor. İsminden de anlaşılacağı üzere içerideki her şey buzdan yapılmış; bar, duvarlar, masalar, sandalyeler hatta bardaklar bile! Göz alıcı güzellikteki heykeller, şömine ve hatta buzdan yapılmış Marilyn Monroe heykeli görülmeye değer. Bu bölümde farklı bir ışıklandırma sistemi kullanılıyor, ışıklar sürekli değişiyor ve her değişimde kendinizi farklı bir yerde hissediyorsunuz.



Mekanın yaratıcılarından Wilfred Hunsel ve Robert van Duuren ateşin ve suyun insanları en çok cezbeden elementler olduğu fikrinden yola çıkarak her iki element arasındaki zıtlığı vurgulamak üzere bu mekanı hayata geçirdiklerini söylüyorlar. XtraCold Buz Bar’a giriş ücreti 15 Euro. Fiyata ilk içecek, sizi sıcak tutacak kış montu ve eldivenler dahil.
Eğlenceli bir gece geçirmek isteyenler Red Light District’deki iki katlı ‘Only Gays’ bara mutlaka bir göz atmalı. İki ayrı pistte genelde tekno ve hareketli müzik tarzı ile her kesimden insanı ağırlıyor. Erken gidin!

Çiçek Pazarı’nın civarındaki gay barların yoğunlukta olduğu sokağa da gitmenizi öneririm. İçlerine girmeseniz bile sokağın eğlence ve ahvaline bakmalısınız, eğlence gerçekten çok coşkulu oluyor.
Hollanda, toplum baskısının olmadığı, devletin yatak odalarını kişilerin kendi özgürlüklerine bıraktığı,  alışkanlıkların, cinsel tercihlerin ve fantezilerin kişinin kendi mahremiyeti olarak algılandığı örneği olmayan bir ülke. Avrupalı; alımlı, özgürlükçü, fütursuz ve eğlence düşkünü ama içinde öz değerlerini koruyan, kendine özgü doğal güzelliklerini yaşatan bir dişi gibi geliyor bana.

Volendam  kasabası ve diğerleri
Amsterdam’a gitmişken, yüzölçümü 41 bin metre kare yani; Konya ilimiz kadar olan bu ülkeyi dolaşmanızı tavsiye ederim.



Edam, Volendam, Rotterdam, Purmerend gibi Amsterdam’ın dışındaki kasaba ve şehirlerde sakin, balıkçılık, peynircilik ve tarımın hakim olduğu bir yaşam şekli var. 
Buralardaki yemyeşil bahçeli oyuncak gibi evlerin içleri de çok bakımlı ve ev sahibinin zevklerini yansıtıyor. İklim nemli olduğu için dört mevsim yemyeşil ve rengarenk çiçeklerle bezeli… Hele Volendam’daki evlerin pencerelerinin güzelliklerini unutmak mümkün değil. Perdeler, saksı çiçekler, aksesuarlarla birbiriyle yarış eder gibi burada yaşayanlar.




Evleri ve bahçeleri konusunda çok hassaslar ve gerçekten mesai harcıyorlar. Bahçesinin bakımını herkes kendi yapıyor. Kapı  önlerinin temizliği, çöplerin toplanma kuralları gerçekten şaşkınlık yaratıyor. Herkesin bisikleti, ya da vespası var. 60 yaş üstü kadınlar bile trafiğin bisiklet kullanımına uygun düzenlenmesinden dolayı ulaşımlarını rahatlıkla pisiklet ya da Vespa ile yapıyorlar.
Eski balıkçı kasabası olan Volendam’da tarihi evler ve liman, küçük bir ada olan Marken’i gezerken dünyaca ünlü peynir fabrikasını da görün.

Den Haag, maket şehir Madurodam, Rotterdam, Schevningen, ve çinileri ile dünyaca ünlü Delft Blue da atlanmaması gereken yerler arasında.


Kanal boyu evleri, müzeleri, civarındaki köyleri, kasabaları, peynirleri, bisikletleri, köprüleri, kırmızı fenerli evleri, uyuşturucuların serbestçe satıldığı ‘Coffee Shop’larıyla çılgınlıkta sınır tanımayan şahsına münhasır tarihi ama modern bir mozaik!

OKYANUSTA BALIĞIM: MALDİVLER


Ruhumuzu  arada bir doğaya bırakmak lazım. Tabii bedenimizi de. Ruhumu ve bedenimi Hint Okyanusu’na inci gibi dağılmış Maldivler’de güneş, kum ve deniz eşliğinde doğanın enerjisiyle yeniledim.












Kış ortasında bile yazı düşleyenlerdenim. Bu yüzden insanın üstüne yorgan gibi serilen, canı istediğinde koşarak gidip kaçmasını engelleyen karı pek sevmem. 





Gözlerimi dünyaya baharda açmam mıdır bunun sebebi, yoksa Ege’nin ılıman ikliminin genlerime işlemesinden midir bilemiyorum ama, ben şahanesinden sıcak severim. Ömür boyu çıplak ayak, bikini ve pareo ile dolaşabileceğim bir yerde yaşamayı düşlemem de bundan olsa gerek. Balık avlayıp, deniz kenarında pişirip yedikten sonra yine ellerimi deniz suyuyla yıkayabilmek… Sürekli iyot, balık ve güneş yağı kokmak…







Bu yüzden Maldivler seyahati  benim için bu hayalimi gerçekleştirebileceğim, bir rüya gibiydi. Uçağa bindiğim andan itibaren hep o fotoğraflarını görüp iç geçirdiğim akvaryum deniz, irmik gibi kumlar ve palmiye ağaçlarının altındaki hamaklar hayal olmaktan çıkmıştı artık…







Kış ortasında yaz
Benim gidişim Ocak ayında, bayram dönemine denk gelen tatilde Türk Havayolları’nın direkt özel uçuşuyla 8 saat süren yolculuktan sonra Hint Okyanusu’ndaki Maldivler’in başkentine  Male’ye inmiştik. Bu arada hemen söyleyeyim, normalde Male’ye Dubai üzerinden aktarmalı gidiliyor. Ve yol 12 saat civarında sürüyor. Maldivler’de toplam 100 resort bulunuyor ve her resort bir adaya yayılmış durumda. Bizim internetten seçip beğendiğimiz Kurumba, tesislerin en eskisi. Ama 2005 yılında yenilendiği için tropik ada konseptini yaşatan otellerden biri. Male’ye indikten sonra otelinizin yakınlığına göre deniz uçağı ya da botla geçiyorsunuz kaldığınız adaya. 









Adaya ayağınızı bastığınız andan itibaren sukunet ve doğa sizi her şeyden uzaklaştırıyor, içine çekip yutuveriyor… Tropikal bir hoş geldin karşılamasından sonra, odaya girdiğiniz andan itibaren,  denize açılan kapıyla tropikal yaşamın içine girdiğinizi iyiden iyiye hissediyorsunuz.

Dakika bir gol bir; denizdeyim!   
Yol yorgunluğunu atmak için, odanızdan birkaç adım yürüyerek içinde rengarenk balıkların oynaştığı pırıl pırıl sulara atıveriyorsunuz kendinizi. O andan itibaren  tüm sorumlulukları geride bırakıyor  ve her şeyi unutuveriyorsunuz. Çalan telefonlar, ödenmeyi beklenen faturalar, kuru temizlemeye götürülecek kıyafetler, toplantılar… Hiçbiri yok. Çünkü bunlara zaten burada hiç gerek yok!
Bol bol denizde yüzdükten sonra duş alıp hamakta uyumak, uyandıktan sonra yemek yemek, sonra tekrar denize girip çıktıktan yine palmiye ağaçlarının altında kitap okumak hakikaten bünyeye çok ama çok iyi geliyor! Fonda ise sadece arada bir sıcaktan hali kalırsa öten kuşlar ve dalga sesleri ...









Suyun altındaki ve üstündeki hayat
Adada yapılacaklar sadece bunlarla sınırlı değil tabii ki. Spa’da onlarca bakım ve masajdan dilediğinizi yaptırabilir, wake board’dan parasailing’e, katamarandan surf’e kadar birçok sporu deneyebilirsiniz. Tabii ki en önemli ve yapılmadan dönülmeyecek olan aktivite dalış. Dünyanın en zengin su altı zenginliklerine sahip Maldivler’de dalış olağanüstü bir deneyim. Binlerce rengarenk balıklar ve kaplumbağalar. Bunu kendi izlenimlerim olarak anlatmak isterdim ama ne yazık ki dalış yapanların bana ballandırarak anlattıkları…  

Dalmayı çok istememe rağmen nefes çalışmalarında suyun altında burnumdan nefes almakta ısrar edince, tatilimi strese dönüştürmemek için şansımı daha ileride denemeye karar verdim. Eh, bu da bir kabiliyet galiba! Şnorkelle kıyıdaki ufak renkli balıklar ve yavru köpek balıklarıyla seyri sefaya dalmakla yetinmek zorunda kaldım.  Yeri gelmişken söyleyeyim, giderken birçok kişiden duymama rağmen ihtimal vermediğim küçük köpek balığı karşılaşması okyanus efsanesi değilmiş. Kulağa ürkütücü gelse de, henüz dişleri olmadığı için sakin sakin dolaşıyor yavrucaklarla birlikte yüzüyorsunuz.


Balıkçılıktan tam not!
Su altında başarılı olamamıştım ama bunun bir de su üstü var diyerek ada maceralarını night fishing’te yaşamaya karar verdim. Gece küçük bir grupla çıktığımız balıkta, kendimle hayli gurur duydum. Hani ayıptır söylemesi taşımakta zorlandığım ballıklar tuttum. Tabii maharet benim usta balıkçılığımda değildi.  

Maldivler’de balık o kadar bol ve balıklar o kadar iri ki, her atışta oltaya gelmemesi mümkün değil. Ama tabii yine de şans işte… Teknedeki diğerlerinin tutamaması ise tamamen şanssızlık. Ertesi akşam benim tuttuğum balıklar otelde bizim için pişirildi, afiyetle tadına bakıldı. Bu arada, geçim kaynağı sadece balıkçılık ve Hindistan cevizi ihracatı olan Maldivler’de yenilebilecek balık çeşidi, başta tuna, snapper olmak üzere hayli fazla. Eğer deniz mahsullerini ve balığı seviyorsanız burası envai çeşit taptaze deniz mahsulünün tadına bakabileceğiniz en doğru yer.
Kasım’dan en geç Nisan ayına kadar gidilebilecek Maldivler’de bu dönemde hava sıcaklığı ortalama 28 derece. Tropikal bir iklimin yaşandığı adalarda gece kumsalda otururken bir anda bastıran sağanak yağmurun sesini dinlerken ruhunuz da yıkanıyor gibi hissediyorsunuz. Tamamen ıslansanız bile gece sıcaklık 25-26 derece olduğu için asla üşünmüyor, üstünüz saçınız başınız anında kuruyor. Gündüz yağmur o kadar etkili olmasa da ara sıra yağıyor ve çok entersan; o anlarda denizin rengi anında bulanıklaşıyor.












6 gün boyunca doğanın tüm hallerine tanık olmanın hazzı, hiçbir şeyle değişmeyecek kadar keyifliydi benim için. Adada sadece siz yaşıyormuşsunuz hissine kapılmanız; şehirde çoğu kez ihtiyaç duyduğumuz yalnız kalma isteğini karşılıyor.
Issız bir adada olmanın keyfini çıkarıyor; bol bol kendinize vakit ayırıyor, içinizdeki diğer yarınızla baş başa kalıyorsunuz. Şehrin yorgunluğunu atmak, yeni karalar almak, kan kaybeden ilişkiyi toparlamak ya da zihnini dinlendirmek isteyen herkes demir atmalı bu ıssız adalara.
Doğaya teslim olmak, güneşin teninize değmesine izin vermek ve ‘hayata kısa bir mola’ demek insana iyi geliyor. Bedeninizin, zihninizin ve ruhunuzun yenilendiğini hissedip evinize mutlu dönüyorsunuz.